İçimdeki Samandağ

Ey Vasi…* Şimdi sana Samandağ’ı nasıl anlatayım. Buraları benden dinlemek istiyorsan öncelikle sabırlı olman lazım. Sabırlı olmak yetmez bildiklerinin bir kısmını unutman, bir kısmını değiştirmen, bir kısmını da yeniden gözden geçirmen gerekir. Burası dinle bilimin, yalanla gerçeğin, sadakatle ihanetin, inançla inançsızlığın, umutla umutsuzluğun iç içe geçtiği, birlikte harman oluşturdukları garip memleket.
İstersen söze eskilerden başlayayım. Bilim adamlarına göre dünyamız 4,5 milyar yıldan daha yaşlıdır. Hatay’ın oluşumu ise 3. zamanın ortalarından itibaren yavaş yavaş oluşmaya başlar. 3. zaman 65 milyon yıldan 1,8 milyon yıl öncesine kadar sürer. Demek ki Hatay’ın oluşum süreci 25–30 milyon yıl öncesine kadar gidebilir. Bu durumda senin ve benim üzerinde yaşadığımız bu topraklar dünyanın yaşını göz önünde tuttuğumuzda bebek sayılır. Gençleşip olgunluk çağına ulaşması, yani tam oturması için daha çok felaketler yaşayacağız. Birinci derece deprem kuşağında olmamızın sebeplerinden biri budur.
Peki; madem 25–30 milyon yıl öncesine kadar Hatay coğrafyası yoktu buralarda ne vardı? Tetis denizi diye bir şey duydun mu? İşte o vardı. Hani eski Yunanların ilahesi. Aslında daha eskilere gidersek tüm Anadolu Tetis deniziyle kaplıydı. Yer hareketleri sonucu kapanıp yükselmeye başlayınca çekildi çekildi ve son olarak Hatay’ımız oluştu. Bu Tetis biraz sığ bir denizmiş. Dağların yüksek tepelerinde çokça rastladığımız deniz canlılarına ait fosillerin kaynağı budur. Dağlara çıktığında bu durum dikkatini çekti mi bilmiyorum. Ben çok rastladım. Hatta birlikte olduğum insanlar denizin bir zamanlar dağların tepelerine kadar yükseldiğini sanırlar. Doğrusu öyle değildir. Denizin kapanıp kara olarak yükselmesinin sonucudur.
“Bu kadar felsefe yeter daha somut şeyler anlat bana” dediğini duyar gibi oluyorum. Peki, daha yakın zamana gelelim. Anadolu’nun eski halkları Hititlerin ve güneydoğu Anadolu’da yaşamış çağdaşları Hurrilerin bir zamanlar Hatay’da hâkimiyet kurduklarını da söylemeliyim. Hatta sana bir sırrımı açıklayayım. Bu Hurrilerin diğer bir adı da “Subariler”. Doğrusu benim soyadım oradan mı geliyor diye kafamı çok kurcalamıştır.
Hadi bırakalım bunları sana önemli bir şey daha anlatayım. Bildiğin gibi M.Ö 750 yıllarına doğru Yunanlılar gemileriyle gelip Asi kenarında hatta içinde bir liman kurdular. Sonra bir ticaret kolonisi oluşturdular. Bu ticaret kolonisine ne ad verdiklerini tam olarak bilmiyoruz. Bu yüzden günümüze kadar Al-Mina Ticaret Kolonisi adını kullanıyoruz. İşte Yunanlılar buraya geldiklerinde yerli halkın ürettiği altından, gümüşten, bronzdan ve fildişinden yapılmış yüksek kaliteli ürünleri gördüklerinde akılları başlarından gitmiş. Bunları alıp satmaya başlamışlar. Ancak bunu iyi yapabilmek için önce okuma yazma bilmek gerek. Zira Yunanlılar buraya geldiklerinde okuma yazma bilmediklerini söylemem gerek? Daha önce kullandıkları alfabeyi (büyük ihtimalle Sümerlerin Çivi yazısı) 300–400 sene önce Anadolu ve Yunanistan’ı işgal eden barbar Balkan kavimlerinin istilası sonucu unutmuşlardı. İşte bu Yunanlıların Al-Mina’da karşılaştıkları ve yine kendileri gibi denizci halkın alfabesini yani Fenike alfabesini aldıklarını söylesem benim kafadan attığımı düşüneceksin. Ama ne yapalım gerçek bu. İnanmıyorsan Ord. Prof. Ekrem AKURGAL’ın “Anadolu Uygarlıkları” adlı kitabını aç oku. Nitekim Fenike alfabesi sadece Yunan alfabesine kaynaklık etmedi. Bugünkü Arap ve İbrani alfabelerine de kaynaklık etmiştir. İşte biz böyle bir tarihin çocuklarıyız.
Asi’den bahsetmişken biraz daha anlatayım sana bunu. Doğaüstü olayları büyük bir hayranlıkla dinleyip gerçekliğine inanırız da hoşumuza gitmeyen gerçeklerin yalan olduğuna yemin billâh ederiz. Çocukluğumdan beri Asi’nin dünyada ters akan tek nehir olduğuna dair hikâyeler dinlerim. Bu içimde bir korku yaratırdı her zaman. Çünkü bunun sorgulamasını yapsam cehennemde cayır cayır yanacağım aklıma gelirdi. Neyse ki İlkokulda iken sınıf öğretmenimiz bir gün bizi Titus tüneline götürdü. Şu eski harabelerin tarihini anlatırken bizlere şunu söyledi. “çocuklar” dedi, “şu gördüğünüz her taşın bir hikâyesi var”. İşte o günden beri ben bu taşların hikâyesinin peşindeyim. Bu arada sadece taşların hikâyesi değil her şeyin hikâyesini öğrenme cesaretini buldum kendimde. Asi’nin nasıl olurda ters aktığını o zaman sorgulamaya başladım. Öyle ya dünyada maddi olan her şey fizik kurallarının dışında gelişemez. Gelişseydi sürekli bir kaos yaşanırdı. Sonra şu sonuca vardım. Dünyamızda doğan akarsuların neredeyse tamamı doğar doğmaz denize doğru akmaya başlar. Menderesler, zikzaklar çizer ama sonuçta denize biraz daha yaklaşır. Bizim Asi ne yapmış? Lübnan’ın El-Bekaa vadisinin Lübnan dağlarına dönük yamacından doğar doğmaz Akdeniz’den kaçmak istercesine uzaklaşmış denizden. Suriye’yi baştanbaşa kat etmiş. Hatay Grabeni, yani çöküntü alanından akarak Samandağ’a ulaşıp burada denize kavuşmuş. Bu kavuşma neticesinde şu gördüğün Samandağ ovasını oluşturmuş. 14.2 km. uzunluğunda sahilimizi oluşturmuş. Kısacası bereket ve hareket getirmiş. 380 km.nin bütün besin maddelerini taşımış. İşte bunu bilmeyen bazı yöneticilerimiz bu bereketli ovada imar planları yapıp ovayı inşaatlarla doldurma hevesiyle kararlar almışlar zamanında. Neyse ki sonra durdurulmuş bu kararlar ama halen sinsice bunlara göz yumulmakta.
Asi’yi anlatmakla bitiremem. Çevresinde yetişen sazlıklardan mı bahsedeyim, göçmen kuşların konaklamasını, üremesini veya bu kuşları ellerinde tüfeklerle bekleyen acımasız avcılardan mı bahsedeyim. Kısacası değerimiz de derdimiz de çok.
Hadi biraz sadede geleyim. Ancak bu güne gelmek için daha anlatacak çok şey var. Sen de çok iyi bilirsin M.Ö. 300 yılında Çevlik yöresinde bir şehrin temelleri atılıyor. Büyük İskender’in komutanı ve aynı zamanda İmparatorluğun varislerinden Seleucos burada kendine yeni bir başkent inşa ediyor. Bu yeni kente kendi adını veriyor. Seleucia Pieria. Seleucia kendi adı Pieria ise doğduğu ülkede Makedonya’da bir dağın adıdır. Al-Mina’daki halkı buraya taşıyor. Rivayete göre Kel Dağı’nda bulunan Zeus mabedine çıkar. Orada Tanrılara bir kurban adayarak kendisine kuracağı yeni başkentin yerini bildirmelerini ister. Bir kartal gelip kurbandan bir parça et kapar havalanır ve bugün Çevlik dediğimiz yere gelerek eti bırakır. Dolayısıyla Seleucos Tanrıların burayı istediklerine inanarak yeni şehri burada kurar. Yazının başında dedim ya sana. Buraya akıl sır ermez diye. Kel Dağından buraya kartalı nasıl takip etmiş? Kartal insanların arasından süzülüp kurbandan bir parça eti nasıl kapmış bunu bilen yok. Ancak bildiğim bir şey var. Şehrin kurulduğu alan doğal körfez niteliğinde ve hem ticaret hem de savunma açısından elverişli bir yapıya sahip. Üstüne üstlük Asi’nin ikide bir taşıp gemileri denize sürükleme gibi bir sorunu da yok. Kışın sert esen doğu rüzgârlarına karşı korunaklı. Her şey uygun ama sıfır sorun mu? Hayır. Zaten sıfır sorun olsa bugün sahip olduğumuz Vespasianus-Titus tüneli olmazdı.
Bak yine yazıyı uzattıkça uzattık. Ancak Seleucos’tan bahsetmişken o dönemde yaşanan hüzünlü bir aşk hikâyesini anlatmadan geçemeyeceğim. Bildiğin gibi antik çağlara ait aşk hikâyeleri genelde Yunan mitolojisine ait Tanrıların maceraları veya Mısır kraliçesi Cleopatra’yla sınırlıdır. Seleucoslara ait yaşanmış bir hikâye ise bu güne kadar -akademik çevreler hariç- pek bilinmese de, içinde barındırdığı duygu yükü ve fedakârlıklarla bilinip anlatılması gereken çok güzel bir öyküdür.
Hikâyemiz Seleucos Nicator ile oğlu Antiochus ve Stratonice isimli bir kadın arasında geçmektedir. Seleucos Krallığını, Antiochia ve Seleucia Pieria’yı kuran Galip-Muzaffer lakaplı Seleucos, Büyük İskender’in ölümünden sonra Mısır haricinde krallığın tümüne egemen olur. Hindistan’dan Manisa’ya kadar olan bölgeyi hâkimiyeti içine alır. Önce Seleucia Pieria’yı (Samandağ) daha sonra Antiochia’yı (Antakya) kurarak başkent yapar.
Seleucos, Antiochus isimli oğlunu çok severdi ve kendisinden sonra krallığı ona bırakmak niyetindeydi. Krallığının son dönemlerinde Arsuz’da tanıştığı Stratonice isimli kadınla evlenir ve kendisinden bir çocuk sahibi olur. Bu arada Antiochus ağır bir hastalığa yakalanır. Kral çok sevdiği oğlunun iyileşmesi için her türlü fedakârlığı yapmaya hazırdır ama hekimler bir türlü hastalığa teşhis koyamazlar. Doğrusu Antiochus’ta hekimlere hiçbir şekilde yardımcı olmamaktadır. Sanki kendisi bilerek ölümü istemektedir. Hasta yatağında adım adım yaklaşan ölümü arzu etmektedir.
Ümitlerin tükendiği bir sırada Seleucos’un sadık dostu ve saray hekimi Erasistratus hastalığın sırrını keşfetmeyi başarır. Antiochus üvey annesi Stratonice’e âşık olmuştur. Ancak bunu gururuna yediremediği için sırrını kimseye açmaz ve ölümü arzu etmeye başlar. Saray hekimi Erasistratus bu keşfini akıllı bir yöntemle yapmıştı. Antiochus’un vücudunda herhangi bir hastalık izine rastlamayan Erasistratus bunun psikolojik bir huzursuzluktan kaynaklandığı konusunda şüphelenmeye başlamıştır. Öfke, keder ve benzeri duygular kendilerini açığa vururken sadece aşkın gizlenebileceğini düşünen hekim aşk üzerine yoğunlaşır. Hastanın başucuna bir sandalye yerleştirir ve ziyaretçilerin giriş çıkışlarında Antiochus’un tepkilerini gözlemlemeye başlar. Diğer ziyaretçilerde bir tepki vermeyen Antiochus, Stratonice içeri girdiğinde adeta canlanıyor, vücudu yeniden yaşamak istiyordu. Stratonice dışarı çıkınca tekrar bir çöküş yaşıyordu. Sonunda hekim kararını verir ve krala nasıl söyleyeceğini düşünmeye başlar.
Bir gün krala çıkıp oğlunun hastalığını keşfettiğini söyler. Kral sevinç içinde hastalığın ne olduğunu sorarken hekim krala, oğlunun çaresi olmayan bir hastalığa yakalandığını ifade eder. Kral bir anda umutsuzluğa kapılır ve hekime bu hastalığın nasıl bir şey olduğunu sorar. Hekim Antiochus’un umutsuz bir aşka yakalandığını söyler. Kral şaşkınlıkla ileride kral olacak birisini hangi kadının reddedebileceğini sorar. Hekim doğruyu söylemez ve “oğlunuz benim karıma âşık” der. Kral bu sefer yeniden umutlanır ve hekime karısını kendi oğluna vermesi için yalvarmaya başlar. Hekim krala şunu sorar. “Eğer oğlunuz benim karıma değil de sizin karınıza âşık olmuş olsaydı onu verir miydiniz?” Kral bütün tanrılar üzerine yemin ederek bunu yapabileceğini söyler ve sözünü şöyle bitirir “ancak ne yazık ki oğlum benim karıma değil sizin karınıza âşık.” Kralın samimiyetine inanan hekim sonunda gerçeği söyler. Kral neşelenmiştir. Çünkü oğlu ve karısını ikna edeceğinden emindir. Ancak daha önce geleneklere aykırı olan bu durumu halletmesi gerekiyordu. Orduyu toplar ve uzun bir nutuk çeker. Yıllardır elde ettikleri zaferlerden, İskender’in mirasını en iyi şekilde temsil ettiğinden ve askerlerin kahramanlıklarından söz eder. Sonunda sözünü şöyle bağlar. “Sizin ve ileriki güvenliğimizi düşünerek imparatorluğumu bölmeyi ve bir parçasını şu anda en sevdiğim kişilere vermeyi istiyorum ” dedi. “Bugüne kadar benimle beraber savaşmış, İskender’in zamanından sonra böyle büyük ve güçlü bir hâkimiyete benim yönetimim altında ilerlemiş olan sizler bana her zaman destek olmalısınız ” diyerek devam etti. “Benim en sevdiklerim ve iktidara layık gördüklerim, şu anda yetişmekte olan oğlum ve sevgili karımdır. Genç olmalarından dolayı onların yakın bir zamanda imparatorluğu korumada yardımcı olacak bir çocuk sahibi olmaları için dua ediyorum. Onları sizin de huzurunuzda evlilikle birleştiriyor ve üst vilayetlerin hâkimiyetini almaları için görevlendiriyorum. Benim size koyacağım kanun Perslerin veya diğer ulusların bir geleneği değil, hepsinin üstünde olan bir kanundur. Bu kanun kralın takdiri her zaman doğrudur kanunundur” Bu konuşmadan sonra ordu yüksek sesle tezahürata başlamış, kralın İskender’in halefleri arasında en iyisi olduğunu ve onun en iyi baba olduğunu haykırmıştır. Kral aynı emirleri Stratonice’e ve oğluna da buyurduktan sonra evlendirmiş ve onları krallıklarına göndererek kendi gücünün ne kadar büyük olduğunu bir daha kanıtlamıştır.
Bu olaydan sonra imparatorluğu ikiye ayıran Seleucos ülkenin büyük kısmını oğluna verir, deniz tarafındaki bölgeyi ise kendisi yönetmeye devam eder. Bu arada yeni bir sefer için hazırlıklara başlar. Bu sefer sırasında yakın refakatçisi Ptolemy Ceraunus tarafından hançerlenerek öldürülür. Aslında Ptolemy Ceraunus Mısır hükümdarı Ptolemy Soter’in oğludur. Babası Mısır’ın hükümdarlığını en küçük kardeşine verince öldürülmekten korkarak Mısır’dan kaçar ve Seleucos’a sığınır. Seleucos himayesine aldığı bu adamı gittiği her yere beraberinde götürmüştür.
Pergamus (Bergama) prensi Philetaerus cesedi alıp yakar ve küllerini Seleucos’un oğlu Antiochus’a yollar. Antiochus babasının küllerini Seleucia Pieria’da deniz kenarına savurur ve bölgenin yakınına babası adına bir tapınak inşa eder.
Seleucos ölene kadar Seleucia’yı kendisine başkent olarak görmüş ve bu bölgeyi çok sevmiştir. Bu yüzden oğlu Antiochus babasının küllerini buraya serpmeyi uygun bulmuştur.**
Yukarıdaki hikâyeyi daha önce yayınlamış olsam da burada tekrarlamayı uygun gördüm. Çünkü bu tür hikâyelerde entrika ve ihanetler dışında bir şey anlatılmaz. Burada ise aşkın ve fedakârlığın öyküsü anlatılmakta.
Ey Vasi… İşte bizim böyle enteresan hikâyelerimiz var. Ancak hikâyelerimiz bununla bitmiyor. Anlatacak daha çok öykümüz var da şu senin yönetmen ne kadarına yer verecek merak ediyorum.
Seleucoslardan kısa bir anekdot daha anlatayım ve bu konuyu kapatayım. Seleucos ne kadar akıllı, cesur ve yetenekli olsa da ondan sonra gelenler o kadar yeteneksiz, korkak ve sefahate düşkün insanlardı. Aile içi evlilikler, ihanetler ve yeteneksiz yöneticilere rağmen imparatorluk tamı tamına 259 yıl yaşar. Seleucia’nın kuruluşu seni yanıltmasın. İskender’in ölümünden yani M.Ö 323 yılından M.Ö 64 yılına kadar hesaplamamız gerekiyor.
Ve geliyoruz Romalılara. Aslında çiftçi bir halk olan Romalılar yetenekleri sayesinde önce Akdeniz’de hâkimiyet kurarlar ki denizde cirit atan Yunanlıları ve Kartacalıları pasifize etmenin başka yolu yoktu. Kartacalılar dedim de bunlar aslında Fenikelilerdir. M.Ö 9. yüzyılda kuzey Afrika’da Tunus’ta deniz kenarında bir yerde Kartaca adını verdikleri şehri kurarlar. Haa unutmadan şunu da ekleyeyim. Fenikeliler Akdeniz’i gemilerle geçen ilk halktır, bir düşün bakalım. Neyse yine sözü uzattık. İşte Romalılar karada ve denizde savaşarak M.Ö 64’te Antiochia’ya varırlar ve Seleucosların hâkimiyetine son verirler.
Romalılarla birlikte Seleucia’nın önemi daha da artar. Romalılar bu zengin şehri geliştirerek askeri üs haline getirirler. En azından büyük ve güvenli limanı sayesinde donanmalarını kış aylarında barındırma imkânı sunuyordu burası.
Bildiğin gibi, Hıristiyanlığın ilk yıllarında Kudüs’ten ayrılan İsa’nın havarilerinden bir kısmı Antakya’ya gelerek burada yeni müjdeyi yaymaya başladıklarında Roma İmparatorluğu ve Yahudiler arasında gerginlikler had safhadaydı. Bir yanda Romalıların, diğer yanda Yahudilerin baskısı altında bunalan yeni inanç mensupları kendilerine sığınacak bir yer arıyor, ayrıca Hz. İsa’nın öğretisini yaymaya çalışıyorlardı. Antakya’da ilk defa kendilerine Hıristiyan denmesinden itibaren St. Pierre ve Pavlos çalışmalarını bu bölgede yoğunlaştırdılar. Bu konu İncil’de “havarilerin İşleri” bölümünde ayrıntısıyla anlatılır. İşte Pavlos ve Barnaba Antakya’dan Seleucia’ya gelir buradaki limandan gemiyle Kıbrıs’a geçerler. Bu yüzden şimdi kalıntılarını hala görebildiğimiz Çevlik’teki liman inanç ziyaretleri açısından da önem taşımaktadır. Ancak Seleucialılar eski pagan inançlarını uzun süre devam ettirirler. Bunu Beşikli Mağaranın duvarlarında, tavanında ve değişik bölümlerinde gördüğümüz işaretlerden anlaşılmaktadır. Şöyle ki; Beşikli Mağara Yunan-Roma döneminin anıt mezarlarından biridir. İlk çağlarda kurulmuş şehirlerin mezar alanları (Nekropol) her zaman sur duvarlarının dışında yer alır. Hâlbuki Beşikli Mağara surların içindedir. Burada şehir ileri gelenlerinin mezarları bulunur. Bu kadar önemli bir yapının duvarlarını incelediğimizde bir istisna haricinde sadece pagan inancının motiflerini görebiliyoruz. Bugün merdivenin sağ başında bulunan bir mezarın alın tarafında Hıristiyanlığa ait bir kabartma var. Onun dışında her şey çok tanrılı dinlerin simgelerini taşır. Seleucia’nın yıkılışı 526 ve 528 depremleriyle olduğuna göre bu süre önemli bir zaman sürecidir insanlık için.
Ey Vasi; Seleucia anlatılacak gibi değil. Tiyatrosu, agorası, hamamları, surları, sulama şebekesi, limanı ve anıtlarıyla kâşiflerini bekliyor. Tabi ki Titus tüneliyle birlikte. Tüneli anlatmama gerek var mı bilmiyorum? Ben yine de kısaca anlatayım.
Seleucia’nın stratejik önemini kavrayan Romalılar Vespasianus döneminde büyük bir projeyi hayata geçirirler. Vespasianus akıllı bir komutandı ve Seleucia limanının stratejik öneminin farkındaydı. Limanın büyüklüğü donanma ve ticaret için elverişli imkânlar sunuyordu. Ancak buranın bir sorunu vardı. Dağın içinde yer alan büyük bir vadi buraya açılıyordu. Vadinin içinden akan küçük bir dere vardı. Ancak sorun bu değildi. İlk çağların bol ormanlı dünyasında şiddetli yağmurlar zaman zaman zapt edilemez sellere dönüşüyordu. Bu sellerle birlikte gelen, taş, çakıl, mil ve diğer materyaller limanı sürekli dolduruyor ve temizlenmesi zor oluyordu. İşte Romalıların akıllı komutanı Vespasianus buna kesin bir çözüm getirmek üzere tünelin inşaatına emir veriyor. Tabi bu kolay bir iş değildir. Binlerce insan çalıştırılıyor. Kireç kayaları çekiç darbeleriyle deliniyor. Hatta Romalılar kendi askerlerini getirip burada çalıştırıyorlar. Sonuçta 220 metresi kapalı olmak üzere 950 metre uzunluğunda bir kanal açılıyor. Üzerinden neredeyse 2000 yıl geçmesine rağmen bugün tünel işlevini sürdürmektedir. Tabi tünel oğul Titus döneminde bitirildiği için bilim dünyası Vespasianus-Titus Tüneli adıyla tanımaktadır. Az önce tünelin uzunluğunu verdiğim zaman itiraz eder gibi olduğunu fark ettim. Çünkü şimdiye kadar hep 1380 metre diye verildi bu uzunluk. İlk zamanlarda kim yazmışsa doğru yazmamış. Ondan sonra gelenlerde hep aynı uzunluğu vermişler. Ben merak edip kadastral paftalar üzerinden ölçüm yaptım. Sonuç bu çıktı. Hava fotoğraflarıyla yapılan ölçümlere çok yakın bir rakamdır bu.
Ey Vasi; sözü çok uzattık. Samandağ için söyleyeceklerimizin geri kalanlarını istersen daha sonraya bırakalım. Daha anlatacak çok şey var. Onları da gelecek sayılarda yazmak üzere şimdilik yazımı burada noktalıyorum.
* Vasi Köse. Bu yazıyı yazmam için aylardır arayıp duran değerli dost ve gazeteci.
** Appian’s Roman History. London: Hieremann; New York: The MacMillan Co. 1912 (Bu hikayenin orijinal belgenin fotokopisini bana ulaştıran M.K.Ü. öğretim görevlisi Yrd.Doç. Dr. Hatice Pamir’e ve İngilizceden çevirisini yapan yeğenim Ünal Zubari’ye teşekkür ederim. Yukarıdaki hikâye aslına sadık kalınarak kısaltılarak ve yeniden yorumlanarak kaleme alınmıştır).
Yazar: İsmail Zubari – Facebook Sayfası>