Aleviliğin Felsefî Boyutunu Anlamak
“Kim bilir biz ne sırdanız
Ne bir zerre oddan, ne hod sudanız
Bizim hususumuz marifet söyler
Biz Horasan mülkündeki babdanız”
Abdal Musa
Tarihteki bazı savaş, ayaklanma ve katliamların din-mezhep savaşı olarak görülmesi/gösterilmesi bunların sınıflar arasında geçen bir mücadele olmadığı anlamına gelmiyor. Dinler, mezhepler, tarikatlar toplumun bünyesindeki çelişki ve çatışkıların yarattığı örgütlülüğün, tarafını belirlemenin geçmiş dönemdeki formudur. Bugün dinler ve mezhepler arasındaki mücadelenin anlatımı egemenlerin din ve mezhebinin kavramlarıyla sınırlandırılmakta, bu kavramların dışında kalanlar “batıl”, “sapkın” olarak lanse edilmektedir. Bu açıdan Aleviliğe-Kızılbaşlığa onun sınıflar savaşımında nerede olduğunu tespit ederek bakmak Aleviliğin felsefî boyutunu doğru algılamamızı ve egemenlerin dayattığı tarih anlatımından (yalan ve iftiralardan) kurtulmamızı sağlayacaktır. İlksel komünal-ortakçıl yapıların çözülme süreci boyunca yaşanan barbar, köleci ve feodal unsurların istila, baskı ve dayatmalarına karşı mücadelenin tarihsel köklerini bir sentez olarak içinde taşıyan Alevilik, egemen zümre-devlet karşısında hor görülen, ezilen kesimler ile tarım ve çoban toplumlarının düşünüş, inanış, yaşayış ve eylem tarzı olarak şekillenmiştir. Bu tarzın klasik dinsel-mezhepsel bir çerçevede görülmesi, zaman zaman egemen resmî din veya mezheplerin rengine bürünmesi, etkileşime girmesi veya takiyye olarak öyleymiş gibi davranması bu özelliğini asla kaybettirmez.
Dinlerin, mezheplerin tarihi aynı zamanda sınıf savaşımının dolayısıyla felsefî düşünenin de tarihidir. Zaten dinsel kimliklerle yürütülen bu savaşlar olmasaydı bugünkü bilimsel-materyalist düşüncenin oluşması da mümkün olamazdı. Toplumsal bir ürün olan dinsel bilinç insanların maddî alışverişlerinin içindeki gerçek yaşamın ideolojik, felsefî yansımasıdır. Dolayısıyla tarihin içinden süzülerek gelen felsefî, dinî veya ideolojik kavramları üretim, mülkiyet ve paylaşım ilişkilerinin yarattığı çelişki ve çatışkıların içindeki dinamizmde değil de salt din ve mezhep üzerinden değerlendirmeye kalkmak sosyal mücadeleleri ve tarihi çarpıtmaktır. Bu sakat yöntem ister istemez zamanla ırkçılığa, milliyetçiliğe ve dinciliğe kapı aralayacaktır. Felsefî ve dinî düşünceler toplumun yaşadığı çelişki ve çatışkılara bağlı olarak sürekli gelişim ve değişim içerisinde geleceğe aktarılır. Aynı şekilde mutlak-değişmez olduğu iddia edilen ve özünde birbirinin türevi olan Musevilik, Hıristiyanlık ve İslâm gibi dinler değişen sınıf ilişkilerine ve o sınıfın temel ihtiyaçlarına göre sürekli kendilerini uyarlayarak günümüze kadar gelmiştir. Alevilikte özündeki ilksel komünal-ortakçıl yapısıyla hâkim sınıf ve zümrelerce ezilen, sömürülen, hor görülen sınıf ve tabakalar ile tarım ve çoban toplumunun ideolojisi, dini, mezhebi, yaşam biçimi ve felsefî düşüncesi olmasından dolayı kendini sınıf çatışmasının seyrine göre değişik kanallardan akan diyalektik dinamizmle yenilemiş; “Yol birdir, sürek bindir.”, “Yol cümleden uludur.” diyerek bugüne aktarmıştır.
İlksel komünal-ortakçıl toplumların “uygarlığa” dâhil edilmesi süreci aynı zamanda sınıflı toplum barbarlığının (devletin, erkek egemenliğinin, tek tanrılı dinin) kültürel hegemonyasının genişletilmesidir. Genişleyen bu kültürel hegemonyanın basamakları sınıf tahakkümünün yansıması olarak tanrı adına katliamlarla döşelidir. Çok tanrılı inançların zaman içinde merkezileşerek semavi dinleri oluşturması ve kendini dikte etmesi özünde sınıf iktidarına dayalı devletin zor yoluyla merkezileşmesidir. Alevilik süreğini zoraki merkezileşmeye (sınıflara bölünmeye, sınıf tahakkümüne) karşı koyuşun örgütlülüğü, bilinci ve aynı zamanda yenilgi süreci olarak görmek gerekir.
İnsanlığın uzunca bir dönem yaşadığı ve toplumsal bellekte bir ütopya olarak kalan “yitik cennet”in (Ata-Kadın eksenli ilksel komünal-ortakçıl toplum) izlekleri üzerinden gidenlere veya yeniden yeryüzünde inşasını arzulayanlara karşı gelenler o “yitik cennet”i soyut ve artık bu dünyada yaşanmasının imkânsız olduğu öte dünyaya atmaya çalışmışlardır. Çünkü bu dünyada oluşacak eşitliğin (cennetin) kendilerinin yok oluşu demek olduğunun sınıfsal anlamda farkındadırlar. Onun için semavi dinlerde eşitlik sadece günahkârlık ve günahkârlıktan kurtulmak için ibadet düzeyindedir. Soyut cennet fikrini korumak için hâlâ milyarca kaynak aktaran egemen sınıf iktidarı geçmişteki bu dünyada yaşanan cennet pratiğine ve bu “yitik cennetin” her türlü ütopyasına kadim anlamda düşmandır. Semavi dinlerin soyut cennet tasarımı (adalet ve özgürlük tasarımı) egemenlerin sınıf iktidarını sürdürmeye yaradığı için hâlâ dini eğitimlerle/dayatmalarla ayakta tutulmaya çalışıyor. Aksi olsaydı çoktan “sapkın”, “pagan”, “batıl” ilan edilip tarumar edilirdi. Nitekim Avrupa’daki burjuva devrimlerin ilk başlarında sınırlı düzeyde de olsa dine yönelik benzer tutumlar gözükür.
Musevilik ve İslâm gibi hâkim sınıf ve zümrelerin dini-mezhebi olarak şekillenen veya zamanla Hıristiyanlık gibi o yöne dönüşerek resmiyet verilmiş dinler karşısında geniş halk kitleleri eski inanç ve geleneklerini birdenbire kenara koymaz. Eski inanç ve geleneklerini egemen güç karşısında aldığı pozisyona göre yeniden düzenler veya iktidardan gelebilecek her türden baskı ve zordan korunmak için resmî dinin literatürünü kullanarak bir savunma geliştirir. Ve yaşanan baskının şiddetine göre de değişik gizlilik kanalları üreterek kendini korumaya çalışır. Çok tanrılı dinlerin şekil değiştirerek tek tanrılı dinlerin içinde varlığını sürdürmeye çalışması ve zamanla sınıf zemini yitince yok olması bundan dolayıdır. Dinler tarihindeki mezhepsel kavga ve bölünmelerin derinliklerinde eski inanç ve geleneklerin varlığını sürdürüyor olması ile o dinin hâkim sınıfın dini olduktan sonra ezilenlerin ona karşı geliştirdiği tepki yatmaktadır. Özünde kadim geçmişin komünal toplum yaşamının, Ata-Kadın, Ana-Kadın kültünün izlerini taşıyan ve bundan dolayı sürekli katliam ve baskıya maruz kalan Alevilerde düşüncelerini ifade ederken zorunlu olarak bazı şifre ve sembollerle aynı zamanda hâkim din ve mezhebin çelişki ve çatışkıları üzerinden oluşturduğu kendine has bir dil ile iletişim kurmuştur. Dolayısıyla Aleviliği değerlendirirken onun salt görünen yönünden hareket etmek kesinlikle hatalara neden olacaktır. Bu hatalara düşmemek için Alevilerin kullandığı dilin şifrelerini, “sır vardır sır içinde” söylemini (Bâtıni yönünü) ve Aleviliğin tarihsel gelişimi içinde oluşturduğu felsefî kavramların mana deryasını tüm yönleriyle değerlendirmek gerekiyor.
Aleviliğin ürettiği felsefî/dini/siyasî birikim toplumsal bir yaşama biçiminden doğan örgütlülüğün ve mücadelenin ürünüdür. Ki bu örgütlülük en eski Ata-Kadın kültü eksenli Rızalığa dayalı ortakçıl-komün tarzı bir örgütlülüğün tarih içinden süzülerek bugüne uzanmasıdır. Esasında ilksel-komünal toplumların sınıflı toplumlara karşı kendini korumasının, savunmasının, örgütlülüğünün ve üstyapısının felsefî/dini/siyasî uzantısıdır Alevilik. Tarım ve çobanlık eksenli bir çeşit Komün örgütlülüğü olduğu için Alevi toplumlarında klasik anlamdaki devlete, askere, mahkemeye, özel mülkiyete ve paraya ihtiyaç duyulmamış aksine bunları dayatanlara karşı mücadele edilmiştir. Bu açıdan Alevilerin oluşturduğu örgütlülük ve mücadele es geçilerek sıradan bir din-mezhep tartışmasına girmek -heterodoks kavramları arasında dolaşarak kimin “sapkın” olduğunu tespit etmeye çalışmak din, düşünce ve insanlık tarihini anlamamak demektir. Hakikî din yorumunun kime ait olduğu, özünü kimin temsil ettiğini ya da saf ve gerçek haliyle dini kimin yaşadığını bulmaya çalışmak idealist-metafizik, dinci ve ırkçı düşüncenin biçimidir. Dünyadaki bütün felsefî düşünceler, yaşama biçimleri ve dinler-mezhepler insanlığın ortak kültürüdür. Hepside birbirinden etkilenerek tarihteki ve günümüzdeki sınıf savaşımının konumuna göre şekillenmiş kimi zaman ortodoks olan heterodoks ilan edilmiş kimi zamanda heterodoks olan ortodoks ilan edilmiştir. Her şey güç ve iktidar sahibi olmakla ilgilidir. Rızalığa dayalı ortaklaşmacı, eşitlikçi bir toplumu baz alan Aleviliğin felsefî yapısı sınıflı toplumun mülkiyet-devlet ilişkilerine ters olduğu için “batıl”, “sapkın” olarak lanse edilmiştir. Zamanımızda sınıfsız, sömürüsüz, sınırsız, eşitlikçi, özgürlükçü ve insan merkezli bir dünya için mücadele edenlerin “terörist” ilan edilmesi ve benzer iftira ve baskılara maruz bırakılması gibi.
Aleviliği sadece yerleşik hayata uymayan göçebelerin dinsel yaşayışı olarak gösterenlerin asıl amacı onun sınıfsal-toplumsal kökenlerini örtmeye çalışmalarıdır. Alevilik Anadolu, İran ve Mezopotamya’da kadim yerleşik toplumların “dergâh-devlet” örgütlülüğüne dayalı ortaklaşa yaşama birikiminin uzantısıdır. Kadim Aleviliğin temel yapıları ve örgütlülüğü barbar akınlarınca yok edilmiş ve merkezi yapıları bozulan Alevilerde mecburen dağ başlarına sarp ve korunaklı alanlara sığınarak varlığını sürdürme kavgası vermiştir. Kimi zamanda korunaklı kale içlerinde (Alamut kalesinde olduğu gibi) yağmacı barbar devletlerin akınlarına karşı kendilerini koruyarak “Sır’rını fâş eylemeden” “Yol”u geleceğe taşımışlardır.
Bugünkü Alevi toplumu, yaşadığı onca baskı, katliam, soykırım, inkâr, imha ve asimilasyoncu politikalar nedeniyle tarihsel kaynaklarına, felsefelerine (Vahtet-i Mevcut, En’el Hak, Nokta-i Vahit, İnsan-î Kâmil, Kırklar Cemi, Guruh-u Naci/Naciye, Sır-ı Hakikat Kapısı vb.), inanç ritüellerine (Dar Meydanı, Düşkünlük, İkrar Verme, Musahiplik, On İki Nur Orucu vb.) önderlerine (Pîr, Ana, Seyyid, Abdal, Derviş, Dede, Baba, Veli, vb.) örgütlerine (Ocak, Dergâh, Ziyaret, Tekke vb.) karşı önemli bir yabancılaşmanın içerisine girmiştir/sokulmuştur. Ocak merkezli sosyal hayatın düzenlenmesi kopmuş, yaşam pratiği içinde aktarılan Alevilik felsefesi yabancılaşma ve kopukluk nedeniyle yeni nesillere uzunca bir zamandır aktarılamaz olmuştur.
Bu yabancılaşmanın-kopukluğun kaynakları tarih içinde Alevilere yönelik yapılan saldırıların katliam boyutunda olması, Alevilerin önderlik ettiği isyanların ya da öz savunmaların yenilgiye uğraması yanında kapitalist ilişkilerle birlikte Alevi topluluklarının kentlere göçüyle kapalı köy hayatı eksenli sosyal hayatın kültürel aktarımının kesintiye uğraması da vardır. Ancak kapitalist ilişkilerin kırsal kesimi çözmesini tek başına bir neden olarak görmek de sorunu eksik anlamaktır ve hatta çarpıtır. Şöyle ki kapitalist ilişkilerin gelişmeye başladığı dönemden öncede sonrada gerek Osmanlı gerekse Cumhuriyet dönemleri Alevilerin asimilasyonu yönünde ciddî ve birbirini takip eden sistematik çalışmalar yapmıştır. Mesela Hünkâr Hacı Bektaş-ı Veli Dergâhı’ndaki camiinin 1826 yılında yapıldığı ve Alevi dergâh ve köylerine camii yapma anlayışının Cumhuriyette daha da hız kazandığı ve hâlâ sürdüğü hatırlanmalı; beraberinde, coğrafî yapının koruyucu etkisini de yanına alan ve uzun zaman eski komünal-ortakçıl değerlerini korumayı başaran Alevi-Kızılbaşlara yönelik Dersim bölgesinde yapılan zorunlu göç, katliam ve baskıdaki sürekliliği de dikkate aldığımızda neyi ifade ettiğimiz rahatlıkla anlaşılabilir. Aleviler tarih boyunca devlete asker ve vergi vermemiş, onun hukukunu, dinsel pratiğini tanımamış, kendi dünya tasarımları olan Ocak eksenli Rızalık ve İkrara dayalı Rızalık Şehri (Işık Bahçeleri) için mücadele etmiştir. Bu tavırlarından dolayı nüfus olarak yoğunlukta oldukları yerler ekonomik olarak çökertilmiş, zorunlu göçlerle boşaltılmış veya fiilî baskı ve katliamlarla buralarda yaşayanlar yıldırılmak istenmiştir. Ve hâlâ egemen resmî ideolojinin, dinin, mezhebin özündeki dayatmalarla aşağılanan Aleviliğe yönelik savaş güncel asimilasyon programlarıyla ve farklı boyutlarıyla sürmektedir. Çünkü bu bir sınıf savaşımıdır; eşitlikçi-komünal bir dünya tasarımıyla yola çıkanlar varlığını sömürü ve zorbalık üzerine kurmuş sosyal sınıflar için eskiden olduğu gibi hâlâ en tehlikeli kesimdir.
Ayrıca bugün için Aleviler kapitalist ilişkilerin dayattığı kentleşme ile birlikte geleneksel ortak sınıf zeminini kaybetmiştir, kapitalist pazar ilişkileri gereği burjuvazinin pompaladığı milliyetçilik rüzgârıyla da temel iddialarının birçoğunu koruyamayarak kaybetmiştir. Oysa “Yetmiş iki millete bir göz ile bakmayan / Halka müderris olsa hakikate asidir.” diyen Yunus Emre’dir ve bu bakış açısı maalesef yok olmak üzeredir. Daha önceki dönem bir yana son üç yüz yıldır Balkanlar, İran, Anadolu ve Mezopotamya’da Arap, Kürt, Fars, Türk, Bulgar, Arnavut, Rum ve Ermeni etnik kökenli Alevilerin milliyetçiliğin etkisiyle iletişimlerinin kopması hâkim sınıfın işini hayli kolaylaştırmıştır. Ayrıca Alevilerin saldırılara karşı sığındıkları dağ ve yaylalardaki çökertilen ortak sınıf zemini (tarım ve çobanlığa dayalı komünal yapı) nedeniyle çözülmeleri ve ürettikleri değerlerinin kapanın elinde kalması veya çarpıtılması eskiye göre çok daha kolay olmuştur. Alevilerin ortak sınıf zemini dışında yer alan kimi kesimlerin (esnaflaşan, burjuvalaşan, memurlaşan vb.) egemen sınıfın örgütlerinde yer alarak Aleviliği egemen dine-mezhebe uyarlamaya çalışmaları (Hünkâr Hace Bektaşi Veli ile ideolojik farklılık içindeki Babağan kolunun Bektaşilik adına yaptığı işbirlikçilikteki gibi) ve egemenlerden aldıkları maddî ve manevî güçle Aleviliğin tek temsilcisi gibi davranmaları onların sınıf çıkarı gereğidir. Mesela günümüzde Cem (Cumhuriyetçi Eğitim ve Kültür Merkezi) Vakfı’nın bu ifadelere tam olarak uyduğu görülebilir. Alevi tarihinde de benzeri durumlar daha öncede yaşanmıştır: Osmanlının ve sonlarına doğru Türkçülerin yönlendirmesine maruz kalan Bektaşi tarikatı ile sürekli katliamlara maruz kalan Aleviliğin en kadim süreği Kızılbaşların yaşadığı çelişki ve çatışmalar gibi.
Avrupa merkezli yaşanan burjuva devriminin felsefî çerçevesi aydınlanmanın kalıplarına sığmayan Alevilik en öldürücü darbeyi burjuva devletlerinin inşası sürecinde almaya başlamıştır. Aleviliğin kadim süreğinin mekânı olan Balkanlar, Anadolu, İran ve Mezopotamya’da ki ulus devlet inşası süreci kanlı saldırıların ve ideolojik yıpratmaların daha da örgütlü olarak yaşandığı dönem olmuştur.
1923 sonrası Cumhuriyetin ilanı, “laiklik” uygulamaları ve “Tekke ve zaviyelerin kapatılması” olayını bugün bazı Aleviler “cellâdına âşık” bir pozisyonla kendilerine özgürlük alanı açılmış gibi değerlendiriyor. Bu hatalı değerlendirmelerin oluşmasında İttihat ve Terakki’nin Bektaşiler üzerine yaptığı çalışmaları ve ürettikleri resmî söylemlerin payı önemlidir. Ek olarak Sol’un da burjuva resmî ideolojisini-resmî tarihini doğru tahlil edememesini mutlaka eklemeliyiz buna. Artık çıplaklığıyla ortaya çıkan şeyi yüksek sesle söylemek durumundayız: Cumhuriyet dönemi laiklik adına yapılan uygulamalarla Alevilerin örgütlü kültürel aktarımlarının yapıldığı Alevi tekke, ocak ve dergâhları kapatılırken Sünni-İslâmi cemaatler camilerde faaliyetlerini sürdürerek Diyanet İşleri kurumu sayesinde daha da palazlanmıştır. Sistem “laiklik” yüceltmesi yaparak bu yönde önemli bir bilinç bulanıklığı yapmayı ve asıl niyetini gizlemeyi kitleler gözünde başarmıştır. Mesela tarih kitaplarını söyle karıştırdığımızda Mevlevi tarikatının “Tekke ve zaviyelerin kapatılması” yasası çıktıktan sonrada faaliyetini sürdürdüğü hatta 1931 yılında M. K. Atatürk tarafından ziyaret edildiği rahatlıkla görülebilir. Yine Türkçülerin denetimindeki bazı Bektaşi tekkelerinin faaliyetine müsaade edildiği görülebilir. Ancak şimdi anlıyoruz ki bu müsaade de Aleviliği Türkçülüğe ve Sünni İslâm’a bağlamanın yüzü suyu hürmetine yapılan ayak oyunlarının bir parçasıymış. Bu açıdan Alevileri adeta modern bir din derekesine getirilen laikliğin “bekçisi” olarak göstermek de Aleviliğe yapılan hakaretlerden biridir. Çünkü bekçiliği yapılan “laiklik” uygulamaları nedeniyle Alevilik tüm örgütsel, felsefî ve tarihsel bağlarından arındırılmıştır. Bu günkü Alevilik üzerine her kafadan bir ses çıkmasının nedenlerinden biride budur. Çünkü tarihsel örgütlülükler, arşivler, semboller, mezar taşları, kitaplar, gulbanklar, stranlar, beyitler, nefesler, deyişler, folklorik birikimler, kurumlar yağmalanmış ya da yok edilmiştir bu süreçte. Alevilerin yoğun bir nüfus ve homojen bir şekilde yaşadığı Koçgiri’deki 1921 vahşeti ve 1937-38’de Dersim bölgesinde yapılan soykırım ve katliamlarda Alevi köylerinin uçakla bombalanmış olması egemen sınıfın dinî ideolojisi Türk-İslâm sentezine dayalı Sünni-Türkçü zihniyetin gerektiğinde ne boyutlara kadar saldırgan olacağının açık göstergesidir. Tarihteki diğer Alevilere yönelik saldırılarında aynı katliamcı sınıf kiniyle yapıldığını unutmamak gerekiyor.
Avrupa feodalizmindeki “uluslararası” Hıristiyan kilise-devletinin yerine “ulus-devlete” bağlı Hıristiyan “ulusal kiliseleri”nin tesis edilmesi süreci esasında burjuva aydınlanmasının anlatılmayarak es geçilen en önemli yönüdür ve bu yön TC’nin oluşum aşamasında da ulusal devlete bağlı Türk-İslâm anlayışının devlet eliyle bizzat örgütlendiği sürece tekabül eder. Kemalist rejimin aydınlanma olarak anlattığı şey dinin ulus devlete bağlanarak tektipleştirilmesi, farklı unsurların tasfiye edilmesi-yok edilmesi sürecidir. Sol’un ve Alevilerin “aydınlanma, laiklik, hümanizm” olarak sahiplendiği ve göklere çıkardığı şeyde Türk-Sünni İslam’ın tüm topluma tesis edilme sürecidir. Bu aydınlama-laiklik uygulamalarına sahiplenmek gerici burjuva politikalarına (Kemalizme) sahiplenme ve ringe baştan yenik çıkmadır. Kemalistlerin Aleviliği “Anadolu hümanizmi” olarak etiketlemesi ve orada sınırlandırarak onu sınıfsal, toplumsal, tarihsel ve kültürel bağlarından kopararak burjuva hümanizminin içine sıkıştırmaya çalışması bu açıdan boşuna değildir.
Bizans, Selçuklu ve Osmanlı İmparatorluğu dönemi içinde gerçekleşen Alevi katliamları ya da varlığını korumak için geliştirdikleri savunmalar, ayaklanmalar Avrupa’daki köylü isyanlarının, savunmalarının temel felsefesi ekonomik, siyasî ve ideolojik olarak birbirine çok benzemektedir. Alevi süreğini salt mezhepsel isyan ya da çelişkiler olarak görmek ve Aleviliği homojen, değişmeyen, kendini yenilemeyen bir mezhep olarak algılamak tarihi dinler-mezhepler savaşı olarak yorumlayan egemen gerici idealist-metafizik felsefenin ekmeğine yağ sürmek demektir. Bu günkü adıyla ve yeni bir kavram olarak Alevilik, çok farklı ekol ve kaynaklardan sürekli beslenmiş, belli benzerlikler gösteren inanç ve yaşama biçimlerinin üst başlığıdır ve erenlerin tarifi ile “Yol”dur. Alevilik İran, Mezopotamya, Anadolu, Balkanlar gibi coğrafyalara yayılmış kadim komünal-ortakçıl toplum içinden gelen eşitlikçi-ortakçı kimi alışkanlıklar, düşünme, yaşama ve ibadet biçimi ile Mazdaki, Babeki, Hurremi, İsmaili, Karmati, Hurufi, Vafai, Surh-ser, Kızılbaş, Rafizi, Raa Haq, Ahlêê Haq, Yezidi, Elawi, Bektaşi, Bedreddini, Nusayri, Işık Erenleri vb. gibi adlarla anılan ve kimi zaman benzeşen kimi zaman dönem ve mekân farklılığından dolayı birbirinden ayrışan değişik kol, din, mezhep veya yaşama biçimlerinin etkileşerek ve isim değiştirerek bugüne ulaşan en genel adıdır. Beraberinde kimi heteredoks Hıristiyan geleneklerine (Katharlar, Pavlikanlar, Bogomiller, Albigenler, Tandrakitler vb. gibi) hem kaynaklık hem de etkileşim zemini yaratmış, kimi zaman iç içe geçmiş kimi zaman ayrışmış Komünal geleneğin örgütsel uzantısı olarak Alevilik İslâm, Hıristiyanlık ve Musevilik gibi egemen dinlerin yoğun baskılarına karşı özündeki ikrara dayalı Rızalık Şehri hedefini koruyarak tahkiye yapmış, kendine yaşama alanı yaratmaya çalışmış, saldırılar karşısında kendi örgütlülüğünü güçlendirerek savunma taktikleri geliştirmiştir. Yaratılan bu alan ve taktikler hâkim zümrelerce-devletçe iğdiş edilmeye çalışılmış, kimi zamanda yaratılan kavramlar egemen dine-mezhebe uyarlanmaya çalışılmıştır. Bu açıdan Aleviliği salt İslâm/Hıristiyanlık ile ya da İslâm dışılıkla sınırlandırmak onu eksik anlamak ve çarpıtmak demektir. Alevilik resmî İslam ve resmî Hıristiyanlık akınlarına karşı durma mücadelesi olarak yeni niteliklerle gelişirken yaşadıkları coğrafyalardaki daimi kargaşa ve katliamlardan dolayı bu resmî dinlerin baskısına cevaben geliştirilen takiyye ve savunmalar bir etkileşimi sürekli altüst oluşa bağlı olarak değişik kopuşları da doğurmuştur. Beraberinde Aleviliği salt bir etnik ulus kimliğine indirgemekte en büyük hata ve çarpıtmalardan biridir. Aleviliği belirli bir dönemki uygulamalara bakarak Bektaşilik ile sınırlayarak onu Türkçülüğe veya Zerdüştlükle-Mazdeizmle sınırlayarak Kürtçülüğe hapsetmek açıkça tahrifattır. Beraberinde eski toplumların çoğunda bulunan ve ritüel anlamında ortak karakterdeki Şamanizm izleri üzerinden Aleviliği Asya menşeli diyerek Türkçülüğe taşımakta zoraki ve ırkçı bir tarih yazımıdır. Bugün ne yazık ki Alevilik üzerine yazılanlar bu çarpıtıcı noktalar üzerinden sürmektedir.
Alevilerin bütün sürek ve yaşama biçimlerindeki ortak felsefî algısında Rızalık Şehri’nin gereği olarak ırk, cinsiyet, milliyet, din ve mezhep ayrımı yerine insan merkezli bir yaklaşım vardır. Ayrıca egemen zümre-devlet dayatmalarına karşı tüm milliyet ve dinlerden yoksul köylüler ile ezilenlerin ortak zeminde hareket etmeleri Alevi felsefesinde bu özelliği sürekli canlı tutmuştur. Genel olarak Alevilikte tanrı(hakk)-doğa-insan birliği ve önceliği vardır, bu durum mesela Şahkulu Sultan Dergahı’nda yetişen 1853 doğumlu âşık Edip Harabi’nin bilincine söyle yansır: “Daha Allah ile cihan yok idi / Biz onu var edip ilan eyledik / Hakka layık hiçbir mekân yok idi / Hanemize aldık mihman eyledik. / İsmi şöyle dursun cismi yok idi / Hiç bir şekli şemali yok idi / Şekil verip tıpkı insan eyledik.” Alevilikte “Dost senin yüzünden özge ben Kıble-i can bilmezem / Pirin hüsnünü severim ben gayri iman bilmezem.” (Kaygusuz Abdal Sultan) dizelerinden de anlaşılacağı gibi kıble insandır ve insan kardeştir, bundan dolayı “yârin yanağından gayri” bütün mallar eşitçe bölüşülmelidir; kâinat, maddesel ve zorunlu bir oluştur; ne yaradan nede yaratılan vardır. Yunus Emre boşuna “Çok cehd idub istedüm / Yirü göki aradum / Hiç mekânda bulamadım / Buldum insan içinde.” dememiştir. Beraberinde semavi dinlerin kitaplarının “Tevratı yazabilirim / İncili dizebilirim / Kuranı sezebilirim / Mademki ben bir insanım.” diyen âşık Daimi dizelerinde olduğu gibi kişiler tarafından yazıldığı düşünülür. Yol kardeşliğini (musahipliği) temel alan ve “Malı mala, canı cana katmalı.” felsefesiyle bütün toplumu Musahip etmeyi hedefleyen Alevilik, “Mazlumlar zalimden hakkını alsın.”(Pîr Sultan Abdal) diyenlerin tarih boyunca sınıflı toplum örgütlenme biçim ve ilişkilerinin (sömürü ve mülkiyetçiliğin) saldırı ve dayatmalarına karşı çıkışının kendisi/felsefesi olarak var olmuştur. Yine İslâm’ın yaradılış felsefesine kabullenmeyen Aleviler sınırlandırılmamış bir insanı temel alan evrensel özelliklerle cennet ve cehennem sorunu olmadan yoktan var etmeye inanmayarak ölüleri için; “ölür ise ten ölür, canlar ölesi değil.” bakış açısıyla “hakka yürüdü”, veya “don değiştirdi” der. İşte bu temel özelliklerinden dolayı egemen kesimlerin ideolojisi olan din ve mezheplerin tarih boyu karalama, iftira ve zulümlerine maruz kalmıştır. Zaten bundan dolayı Aleviliğin tarihi takiyyenin, inkârın, yasaklanmanın ve katliamların tarihi olmuştur.
Laik Batı kaynaklarında ve modern tarih denilen bugünkü resmî tarih yazımlarında Türk ve Kürt İslâmcı ile laik tarih yazıcılarının Aleviliğin sınıfsal yönünü gizlemek için canla başla çalışıyor olması dikkat çekicidir. Aleviliği İslâm’ın veya Hıristiyanlığın sapkın mezhebi olarak görenlerle Sünniliğe ya da Şiiliğe bağlamak isteyenlerin zihinsel şekillenişi aynı sınıfsal kökenden beslenmektedir. Türkiye’deki devşirmeci Sünni ulusçuluğun bir ucunda Katolik, bir ucunda da Protestan kültürü ve ahlak anlayışı vardır ve bu emperyalist-kapitalist sömürgecilikle tam bir uyumluluk içerisindedir.
19. yüzyıldan itibaren Avrupalı araştırmacıların “Şark sosyalizmi” diye tanımladığı Aleviliğin tarih boyunca gelişen sınıf savaşımları içinde bir yaşama biçimi ve ezilenlerin ideolojisi de olduğunu es geçerek sadece semavi dinler penceresinden klasik “din”, “mezhep” sınırlandırması içinde tutmaya dolayısıyla durağanlaştırmaya ve günümüzdeki sınıf savaşımlarındaki ezilenlerin-sömürülenlerin bilimsel ideolojisi olan sosyalizmle bağlantı kurmasını engellemeye çalışıyorlar. Engellenme zokası yutuldukça da Alevilik İslâm içinde bir dini akım olarak donuklaşarak zamanla asimilasyonla yok olma tehlikesiyle karşı karşıyadır.
Son zamanlarda Alevilik-Kızılbaşlık konusunda önemli kitaplar, araştırmalar yapılmaktadır. Bu araştırmaların onlarca katı kadar da eskiden olduğu gibi çarpıtıcı, bilinçli olarak asimile edici yayınlar bulunmaktadır. Egemen sınıfça tuzak olarak açılan tartışmalar egemen din-mezhep kavramları üzerinden sürdürüldüğü için hâkim ideolojinin terminolojisiyle değerlendirilmeye gidilmekte ve peşinen egemen ideolojinin-dinin-mezhebin dili kullanıldığı için Aleviliğin asimilasyonuna su taşınmaktadır.
Aleviliğin doğru bir zeminde algılanmasını engelleyen, sulandıran, çarpıtan yayın ve etkinliklerin içinden sıyrılarak olaya bilimsel bakmak birçok insan için hayli zor. Gerek Alevi yol ve erkânını öğrenmek için gerekse felsefî boyutunu kavramak için doğru kaynağı seçmek önemli. Alevilik üzerinde oynanan bütün bu politikaların felsefî/siyasî boyutunu daha iyi anlamak ve bilimsel (diyalektik ve tarihsel materyalist) bakış açısıyla değerlendirmek için Parşömen Yayınları’ndan çıkan Gazi Eke’nin kaleme aldığı Alevi Felsefesinin Doğuşu adlı kitap konuya ilgi duyanlar açısından bütüncül ve doyurucu yanıtlar getirmektedir. Aleviliğin doğayı, insanı ve toplumu algılayışı, bu algının sosyal/sınıfsal kökeni ve yaşama pratiği felsefî açıdan ele alınarak işlenen kitap önemli bir açığı kapatıyor ve bu alanda daha çok çalışmanın yapılması gerektiğini de işaretliyor.
Yine Kızılbaş-Alevi gelenekte pişmiş Hünkâr Hace Bektaş-ı Veli Dergâhı’nda bir Pîr olarak yaşamış Kurban Baba’nın oğlu, çocukluk ve gençliğinde yüzlerce Dede, Pîr ve âşık’ın hizmetine yelen Haşim Kutlu’nun Yurt Yayınları’nca basılan Kızılbaş Alevilikte Yol Erkân Meydan isimli çalışmasının da Aleviliğin yol ve erkânı ile ritüellerinin hem kadim zamandan bu yana değişimi-gelişimi açısından hem de felsefî karşılıklarıyla doğru algılamasına katkı getirecek titizlikle hazırlanmış önemli bir çalışma. Kitap bu açıdan hem samimi bir Alevinin yol ve erkânı öğrenmesine hem de Aleviliği merak eden kişi ya da akademisyenlere rehber olabilecek bir kaynak.
Hiç kuşkusuz Alevilik üzerine çok çeşitli kaynaklardan beslenmek ve onun felsefî ekseninde tarihsel gelişimi kavramak, alanda bilimsel inceleme adına resmî ideolojinin borusunu öttürenlerin etkisinden kurtaracak ve yaşadığımız coğrafyayı sosyal olay-olgu ve süreçleri doğru algılamamızı sağlayacaktır.
Anadolu coğrafyasında Yörük-Sünni, Türkmen-Sünni, Karaman-Hıristiyan, Karmati-Musevi ve Türkmen-Alevi gibi çeşitli “Türk” boyları; Kürt-Şafi, Arap-Sünni, Yezidi, Kürt-Alevi, Arap-Alevi, Ermeni-Alevi, Çerkez-Hanefi, Yaın “Tevratı yazabilirim / İncili dizebilirim / Kuranı sezebilirim / Mademki ben bir insanım.” diyen âşık Daimi dizelerinde olduğu gibi kişiler tarafından yazıldığı düşünülür. Yol kardeşliğini (musahipliği) temel alan ve “Malı mala, canı cana katmalı.” felsefesiyle bütün toplumu Musahip etmeyi hedefleyen Alevilik, “Mazlumlar zalimden hakkını alsın.”(Pîr Sultan Abdal) diyenlerin tarih boyunca sınıflı toplum örgütlenme biçim ve ilişkilerinin (sömürü ve mülkiyetçiliğin) saldırı ve dayatmalarına karşı çıkışının kendisi/felsefesi olarak var olmuştur. Yine İslâm’ın yaradılış felsefesine kabullenmeyen Aleviler sınırlandırılmamış bir insanı temel alan evrensel özelliklerle cennet ve cehennem sorunu olmadan yoktan var etmeye inanmayarak ölüleri için; “ölür ise ten ölür, canlar ölesi değil.” bakış açısıyla “hakka yürüdü”, veya “don değiştirdi” der. İşte bu temel özelliklerinden dolayı egemen kesimlerin ideolojisi olan din ve mezheplerin tarih boyu karalama, iftira ve zulümlerine maruz kalmıştır. Zaten bundan dolayı Aleviliğin tarihi takiyyenin, inkârın, yasaklanmanın ve katliamların tarihi olmuştur.
Laik Batı kaynaklarında ve modern tarih denilen bugünkü resmî tarih yazımlarında Türk ve Kürt İslâmcı ile laik tarih yazıcılarının Aleviliğin sınıfsal yönünü gizlemek için canla başla çalışıyor olması dikkat çekicidir. Aleviliği İslâm’ın veya Hıristiyanlığın sapkın mezhebi olarak görenlerle Sünniliğe ya da Şiiliğe bağlamak isteyenlerin zihinsel şekillenişi aynı sınıfsal kökenden beslenmektedir. Türkiye’deki devşirmeci Sünni ulusçuluğun bir ucunda Katolik, bir ucunda da Protestan kültürü ve ahlak anlayışı vardır ve bu emperyalist-kapitalist sömürgecilikle tam bir uyumluluk içerisindedir.
19. yüzyıldan itibaren Avrupalı araştırmacıların “Şark sosyalizmi” diye tanımladığı Aleviliğin tarih boyunca gelişen sınıf savaşımları içinde bir yaşama biçimi ve ezilenlerin ideolojisi de olduğunu es geçerek sadece semavi dinler penceresinden klasik “din”, “mezhep” sınırlandırması içinde tutmaya dolayısıyla durağanlaştırmaya ve günümüzdeki sınıf savaşımlarındaki ezilenlerin-sömürülenlerin bilimsel ideolojisi olan sosyalizmle bağlantı kurmasını engellemeye çalışıyorlar. Engellenme zokası yutuldukça da Alevilik İslâm içinde bir dini akım olarak donuklaşarak zamanla asimilasyonla yok olma tehlikesiyle karşı karşıyadır.
Son zamanlarda Alevilik-Kızılbaşlık konusunda önemli kitaplar, araştırmalar yapılmaktadır. Bu araştırmaların onlarca katı kadar da eskiden olduğu gibi çarpıtıcı, bilinçli olarak asimile edici yayınlar bulunmaktadır. Egemen sınıfça tuzak olarak açılan tartışmalar egemen din-mezhep kavramları üzerinden sürdürüldüğü için hâkim ideolojinin terminolojisiyle değerlendirilmeye gidilmekte ve peşinen egemen ideolojinin-dinin-mezhebin dili kullanıldığı için Aleviliğin asimilasyonuna su taşınmaktadır.
Aleviliğin doğru bir zeminde algılanmasını engelleyen, sulandıran, çarpıtan yayın ve etkinliklerin içinden sıyrılarak olaya bilimsel bakmak birçok insan için hayli zor. Gerek Alevi yol ve erkânını öğrenmek için gerekse felsefî boyutunu kavramak için doğru kaynağı seçmek önemli. Alevilik üzerinde oynanan bütün bu politikaların felsefî/siyasî boyutunu daha iyi anlamak ve bilimsel (diyalektik ve tarihsel materyalist) bakış açısıyla değerlendirmek için Parşömen Yayınları’ndan çıkan Gazi Eke’nin kaleme aldığı Alevi Felsefesinin Doğuşu adlı kitap konuya ilgi duyanlar açısından bütüncül ve doyurucu yanıtlar getirmektedir. Aleviliğin doğayı, insanı ve toplumu algılayışı, bu algının sosyal/sınıfsal kökeni ve yaşama pratiği felsefî açıdan ele alınarak işlenen kitap önemli bir açığı kapatıyor ve bu alanda daha çok çalışmanın yapılması gerektiğini de işaretliyor.
Yine Kızılbaş-Alevi gelenekte pişmiş Hünkâr Hace Bektaş-ı Veli Dergâhı’nda bir Pîr olarak yaşamış Kurban Baba’nın oğlu, çocukluk ve gençliğinde yüzlerce Dede, Pîr ve âşık’ın hizmetine yelen Haşim Kutlu’nun Yurt Yayınları’nca basılan Kızılbaş Alevilikte Yol Erkân Meydan isimli çalışmasının da Aleviliğin yol ve erkânı ile ritüellerinin hem kadim zamandan bu yana değişimi-gelişimi açısından hem de felsefî karşılıklarıyla doğru algılamasına katkı getirecek titizlikle hazırlanmış önemli bir çalışma. Kitap bu açıdan hem samimi bir Alevinin yol ve erkânı öğrenmesine hem de Aleviliği merak eden kişi ya da akademisyenlere rehber olabilecek bir kaynak.
Hiç kuşkusuz Alevilik üzerine çok çeşitli kaynaklardan beslenmek ve onun felsefî ekseninde tarihsel gelişimi kavramak, alanda bilimsel inceleme adına resmî ideolojinin borusunu öttürenlerin etkisinden kurtaracak ve yaşadığımız coğrafyayı sosyal olay-olgu ve süreçleri doğru algılamamızı sağlayacaktır.
Anadolu coğrafyasında Yörük-Sünni, Türkmen-Sünni, Karaman-Hıristiyan, Karmati-Musevi ve Türkmen-Alevi gibi çeşitli “Türk” boyları; Kürt-Şafi, Arap-Sünni, Yezidi, Kürt-Alevi, Arap-Alevi, Ermeni-Alevi, Çerkez-Hanefi, Yahudi-Musevi ve Ermeni-Rum-Asurî-Arap Ortodoks-Hıristiyanlar vb. birçok halk bulunuyorken neden Cumhuriyetin ulus-devlet olarak hiçbir boya dayanmayan, Osmanlı İmparatorluğu’ndan devralınan devşirme bir kurum olan “Türk-Hanefi-Sünniliğine” dayandığının felsefî boyutunu kavramak için bahsedilen kitaplar yanında Süleyman Şahin (Arı Mazin), Âşıkların Diliyle Kızılbaş Alevilik, Kaldıraç Yayınları; Haşim Kutlu, Kızılbaş Kadın, Alev Yayınları, İsmail Kaygusuz, Görmediğim Tanrıya Tapmam, Su Yayınları; Gürdal Aksoy, Alevi Tarihine Coğrafi Bir Giriş, Dipnot Yayınları; Kolektif, Anadolu Alevi Kültü ve Sol’un “Politikası”, Sorun Yayınları; Mehmet Bayrak, Alevilik ve Kürtler, Özge Yayınları gibi eserlerin incelenmesi gerektiğini düşünüyoruz. Okuduğunuz yazıya kaynakça olarak da gösterebileceğimiz bu kitapların dikkatlice değerlendirilmesi ve eleştirel katkı ile sahiplenilmesi meraklısına hayli geniş bir perspektif sunacaktır.
Aleviliğin felsefî boyutunun iyi kavranması tartışmasız diyalektik ve tarihsel materyalizmi yaşadığımız coğrafyaya iyi uygulamamızla eşdeğerdir. Bu yönde bir niyetle kaleme alınan çalışmalara sahiplenmek ve eleştirel katkıyla zenginleştirmek gerekiyor. Çünkü burjuva resmî ideolojisi ve resmî tarihinin Alevilikle ve genel olarak bulunduğumuz coğrafyanın tarihiyle ilgili ürettiği safsataları parçaladıkça Marksizm bu coğrafyada kendini sağlam bir damar üzerinden yeniden üretecek ve sağlıklı bir iktidar perspektifinin zeminini rahatlıkla yakalayacaktır.